7 Aralık 2011 Çarşamba

ZAMANSIZ BİR MEKAN: TUZ GÖLÜ

Tuz Gölü fotoğrafçılıkla ilgilenenler için her zaman popüler olmuş vazgeçilmez bölgelerden biri. Bunun en önemli nedeni, çok derin olmayan cam gibi kıpırtısız su yüzeyinin yere serilmiş doğal bir ayna gibi tüm cisimlerin yansımalarına olanak sağlaması. Bu ilginç bölgeyi fotoğraflamak epeydir aklımdaydı ama oraya gezi düzenleyen bir ekibe rastlamamıştım. Ta ki Kızılay'da Tripod Foto'nun camında gördüğüm ilana kadar. Bu ilanda doğa fotoğrafı çekmek isteyenlere yönelik gezilerin düzenlendiği belirtiliyordu. "Ankara Foto Safari" adlı bu grubun web sitesini (http://www.ankarafotosafari.com/) ziyaret edince 27 Kasım Pazar günü Tuz Gölü'ne bir gezi düzenleneceğini öğrendim. Geziyi organize eden Tarık Yurtgezen Bey'i arayarak yerimi ayırttım.


Pazar günü sabah saat 07:30'da yola çıkıldı. Ankara'dan çıkıldıktan sonra Konya-Adana yol ayrımındaki Baran tesislerinde mola verildi. Mola sonrası Konya'nın Kulu İlçesi yakınlarındaki Düden Gölü'ne geçilip çekimlere başlandı. Vakit öğlen olduğundan güneş tam tepedeydi ve sert bir ışık vardı. Ama benim aklımda bir an önce Tuz Gölü'ne ulaşmak vardı.


Buradan sırasıyla Fevziye, Kırkkuyu ve Bozan köylerinden geçerek Bozan Köyü yakınlarındaki tarihi mezarlıkta fotoğraf molası verildi. Buradaki tarihi mezar taşları ilginçti doğrusu. Tabi en çok ilgiyi üzerinde Arapça "Allah" ve "Muhammed" yazan mezar taşı çekti. Gruptaki tüm fotoğrafçılar bu mezar taşlarının çevresinde farklı kareler yakalamaya çalıştı.



Daha sonra Tuz Gölü'nün boyun olarak adlandırılan en dar bölgesindeki set üzerinde yürüyerek karşı kıyıya geçtik. Bu arada çevreyi fotoğraflamayı da ihmal etmedik.






Buradaki yürüyüşümüz biraz uzun sürdü. Gruptaki bazı kişiler yol kenarında yemek molası verdiler.



Karşı kıyıya ulaştıktan sonra Şereflikoçhisar'a varıldı ve gün batımı çekimleri için gölün karayoluna en çok yaklaştığı yer olan seyir terasına varıldı.



Güneşin ufukta kaybolmasına kadar bekledikten sonra çekimlere başladık. Gün batımının ardından oradan hemen ayrılmadık ve gökyüzünde oluşan renk karnavalını fotoğraflamaya devam ettik.



Ancak güneşin batmasıyla birlikte başlayan dondurucu soğuk burada uzun süre kalmamıza izin vermedi.





Tuz Gölü, %32, 9 tuzluluk oranı ile Lut Gölü'nden sonra dünyanın en tuzlu ikinci gölüymüş ve Türkiye'nin tuz ihtiyacının %65'ini karşılıyormuş.


Ne yazık ki Tuz Gölü bugün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Son yıllarda kuraklık, tarla sulamak için gölden su çekilmesi ve çok su isteyen tarım ürünlerine ağırlık verilmesi nedenleriyle Tuz Gölü'nün yüzölçümü oldukça küçülmüş. Alttaki uzay fotoğrafında bu durum açıkça görülebiliyor.



Yıllardır Türkiye'nin ikinci büyük gölü olarak bilinen Tuz Gölü artık Beyşehir Gölü'nün ardından üçüncü sırada. Bilim adamları, son 18 yılda Tuz Gölü'nün yüzde 60 oranında küçüldüğünü ve bugünkü koşulların devam etmesi halinde 2015 yılında gölün tamamen kuruyacağını belirtiyorlar.

Eğer durumun vahameti anlaşılmaz ve bir an önce gerekli önlemler alınmazsa Tuz Gölü'nün fotoğraflara konu olan güzelliği ne yazık ki sadece eski fotoğraflarda kalacak.

Kendini doğanın korunmasına adamış olan Doğa Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Güven Eken'in şiiri bir yardım çığlığı gibi uçsuz bucaksız bozkırda yankılanıyor. Beni çok etkileyen bu şiiri sizinle paylaşmak istiyorum.

"iki milyon yaşındaki tuz gölü'nün son günleri.
hiç mi yok bir nefes üfleyecek anadolu yiğidi?

içinde bir çift martı gördüm.
ikisi de iki milyon yaşında. anadolu akdeniz'i terk ettiği günden bu yana. iki martı burada.
son iki martı gözlerime bakıyor. son bakış. tekrarı yok.
sebebi ortada.
gölü terk eden binlerce başka kuş gibi, gidecekler. döl veremeden ölecekler.

karşımda tozdan bir ova gördüm.
hepsi hepsi on yaşında. suyunu çaldığımız günden bu yana.
göl yok olmakta.
son damlalar yüzüme yansıyor. son bakış. tekrarı yok. sebebi ortada.
ovayı dolduran öteki damlalar gibi, gidecekler. göl olmadan bitecekler.

belki bugün. en geç yarın. iki milyon yıllık takvimin son dakikasında.
bir ağıt yakayım dedim. gözümdeki nem gölden utandı. kurudu.
gazetelere baktım. daha çok utandım. hakikat ne, yazılanlar ne?

ey laik, islamcı, alevi, sünni, sosyalist, kemalist, demokrat, asker!
ey köylü, şehirli, türbanlı, başı açık, tarikatçı, modern!
ey türk, kürt, laz, arap, çerkes!
ey memur, vekil, bakan, başbakan!
ey fakir, zengin, ünlü, ünsüz, alim, sanatçı, gazeteci, öğretmen, çiftçi!
ey bu toprağın insanı!

hepimizi emziren ana sütten kesiliyor. suyu kayıp. toprağı yorgun.
aşağıda kök kururken, üstte bahar açar mı?

ey bu toprağın anası, babası!
bir evladın can veriyor. yaşı iki milyon. adı tuz gölü.
toz bütün gölü kaplasa da, vicdanına sığar mı?"

5 Aralık 2011 Pazartesi

Gizli Bir Cennet: Yedigöller

Öteden beri Yedigöller'in harika manzara fotoğraflarını dergilerde, kitaplarda ve internette görüp hayranlıkla bakakalmışımdır. Özellikle sonbahar aylarında ağaçların kırmızıya çalan sarı renklerinin göl yüzeyindeki yansımalarının oluşturduğu hoş ve romantik manzaralar insanı büyüler. Dillere destan güzellikteki Yedigöller'i ziyaret edip fotoğraflamaya karar verdim.

Bolu'nun Gerede İlçesini geçip Zonguldak yönüne devam eden ana yoldan sola, Yedigöller yoluna saptık. Yaklaşık 50 kilometrelik bu yol çok bakımsız ve virajlıydı. Öğrendiğime göre turistik yoğunluk sonucu Yedigöller'in doğal ortamının bozulmasını engellemek için bu yol özellikle iyileştirilmiyormuş. Yine bu bölgedeki Abant Gölü'nün doğal yapısının turistik hareketlilik ve bunun sonucunda gelen yapılaşma sonucu bozulmaya başladığını okumuştum. O yüzden Yedigöller'in yolunu işaret eden yol levhasının bile kırık dökük halde yerlerde olması, bu bölgenin gözlerden uzak ve bakir kalmasının istendiğini gösteriyor. Belki bir gün rant uğruna doğa yağmacılığından kurtulur ve sahip olduğumuz güzellikleri ve değerleri gözlerden saklamadan korumayı öğreniriz.


Artık anayoldan uzaklaştık ve tek bir aracın geçebileceği dar yolda dağların arasında yavaş yavaş ilerliyoruz. Yol çevresindeki ağaçlarda sonbaharın sarı tonlarında farklı renkleri hakim. Köylerden geçiyoruz, yolumuz bazen bir dere kenarına iniyor, bazen dağlara doğru tırmanıyor. Ankara'nın o gri puslu görüntüsü, gece gündüz hiç susmayan gürültüsü, binaları ve kirli havası gerilerde kaldı artık... Yağlıboya tabloları andıran manzaraların içinde yol alıyoruz.



Nihayet sarp dağların arasına gizlenmiş gibi duran Yedigöller'e ulaşıyoruz. Koyu gölgeli ormanda sararmaya yüz tutmuş kayın ağaçlarının arasından zümrüt yeşili renkli irili ufaklı göller görünüyor. Ağaçlardan dökülen yapraklar kızıl bir halı gibi ormanın zeminini kaplamış. Ortamdaki sessizliği bozan tek şey yakınlardaki şelalenin belli belirsiz şırıltısı ile kuş cıvıltıları. Geldiğimiz bu yer gizli bir cennet olmalı.



İrili ufaklı bu göllerin önce en büyüğünün çevresini dolaşmaya başlıyorum. Bu göller, yamaçlardan kayan toprak kitlelerinin vadilerin önünü kapatması sonucu arkada suların birikmesi sonucu oluşmuş. Kıyıdaki ağaçların göle doğru eğilerek uzanan dalları, bu toprak kitlelerinin kaymaya devam ettiğinin göstergesi. Hava kapalı ama yağmur yağmıyor, fotoğraf için ortam çok uygun. Göl çevresindeki ağaçların sararan renkleri ve suya uzanan dalları göz alıcı yansımalar oluşturuyor. Öylesine harikulade bir yerdeyim ki fotoğraf makinemi nereye doğrultacağımı şaşırıyor, bu muhteşem güzelliğin tüm detaylarını yakalayamama endişesiyle hızlı hareket etmeye çalışıyorum.



Yedigöller'e ulaşan yolun bozuk ve bakımsız olmasına rağmen buraya azımsanmayacak sayıda ziyaretçinin gelmiş olduğu dikkatimi çekiyor. Demek ki güzel olan şey, dağların arasında bile saklı olsa yine de bir şekilde bulunup tadına varılıyor.



Öğle yemeği molasından sonra ormanın içlerindeki Dilek Çeşmesi ile Şelale bölgesine doğru yürüyorum. Ağaçlar gökyüzünü tamamen kaplamış, ormana hakim loş ışık altındaki patikadan şelaleye ulaşıyorum. Burada da fotoğraflamak istediğim o kadar çok görüntü var ki...



Her köşesinde ayrı bir güzel kare yakaladığım Yedigöller'de dolaşmaya dalmışken zamanın nasıl geçtiğini anlamadan bir anda akşam oluverdi. Karanlığın yavaş yavaş çökmeye başladığı bu rüyadan uyanma vakti geldi artık.



Nietzche, "Doğa bize aldırmadığından, doğanın ortasında kendimizi öyle rahat hissederiz ki" demiş. Geri dönüş yolunda doğanın ruhlarımızı nasıl dinginleştirdiğini, onun huzurundan uzaklaştıkça hayatlarımızın nasıl da tekdüze ve anlamsız bir hal aldığını düşünüyorum. İnsanın, doğanın bir parçası olduğunu unutarak onu kendi yarattığı modern (!) yaşam şartları için kullanabileceği sonsuz bir kaynak olarak görmesi ve bunun sonucunda hiç bitmeyen hırsıyla doğayı tüketmesi, mutsuzluğunun ve hiç sonu gelmeyen tatminsizliğinin de kaynağı bence.



Artık eve dönüş yolundayız. Ankara'nın ışıkları gecenin karanlığı içinde uzaktan görünmeye başladı. Arada sırada şehrin sıkıcı rutininden kaçıp ruhlarımızı dinlendirebileceğimiz gizli bir cennetin hemen yanı başımızda olduğunu hatırlayarak şehrimizdeki hayatlarımıza geri dönüyoruz.

Son söz Hz. Mevlana'dan gelsin, "Çimenlerin arasına uzandığınızda dünyanın doğru-yanlış fikirlerinize ihtiyacı olmadığını göreceksiniz".

Sabırla okuduğunuz için teşekkür ederim.